Ahlak herkesin ortak problemidir. Başkaları, yani yekdiğeri ile ilişki kuran herkesi, toplumun hangi sınıfına dâhil olursa olsun yakından ilgilendirir. Aslında ahlak, hilkatle kesişen semantik yapısıyla sadece ucu kendisine dokunduğu için değil, yapı ve yaratılışında (hilkat) ana dinamiklerini barındırması yönüyle de “insan”la yan yana olmak zorundadır. Şimdi buradan hareketle herkes tarafından ahlaktan ne anlaşıldığı, “ahlaklı” tanımlamasının nasıl yapıldığı konusuna açıklık getirelim. “Halk” olmasına bağlı olarak her insanın ahlakî bir altyapıya sahip olduğunu söylersek, her toplumda ve zamanda “ahlaklı insan” denince aşağı yukarı aynı portrenin oluştuğunu iddia etmiş oluruz. Hâlbuki tarihsel verilerle bugünün dünyası birlikte okunduğunda, her toplumun kendine göre bir ahlak düşüncesine sahip olduğu izlenimi uyanıyor. Mesela İslam öncesi Araplarda “cahiliye ahlakı” diye bir şeyden bahsetmek mümkün. Bu ahlak da esasen erdemli yaşamaya davet ediyor. Yani sorun, cahiliye tasavvurunun ahlaksızlığa çağırması değil, bilakis cahiliye aklının “erdem”den ne anladığı ve hangi erdemliliğe çağırdığı. Onların, yiğitliğin her çeşidini, cesareti, iyi komşuluğu, misafirperverliği, sabrı, yardımlaşmayı ve uzunca bir liste erdemli davranışı içeren bir ahlak tanımlamaları vardı; mürüvvet (mürûe)… Belki şaşıracaksınız ama kaynaklardan öğrendiğimize göre bu kızıl cahilliğin inşa ettiği mürüvvet (ahlak) anlayışı onlara göre, “açıktan yapıldığında utanç duyulan bir işi gizli olarak da yapmama” olarak özetlenebilirdi.

​Görüyorsunuz ya, fıtrata kodlanmış belli ahlakî umdeler, zaman aşımına uğramıyor ya da din değiştirmekle sıfırlanmıyor. Fakat sorun, çok değil konuya biraz daha eğildiğinizde ortaya çıkıyor. Aynı mürüvvet, onlara göre sosyolog İbn Haldun’dan alıntılayarak “organik yakınlık” diyebileceğimiz kavmî yardımlaşmada sınır tanımama hareketini de emrediyordu. Mesele, yardımlaşılacak/toplumsal dayanışma gösterilecek kimseleri etnik kimliklerinden yola çıkarak kategorize etmeye çalışan “modern cahilleri” ne kadar da anımsatıyor… O mantığı ele veren bir cahiliye şairi; “İster zalim ister mazlum olsun, kardeşine (kabile mensububa) yardım et” diyordu; bu gün aynı düşünce “Mağdur da olsa, mazlum da olsa Kürt’e yardım etme” ya da “Yardım da etse, iyilik de yapsa Türk’e teşekkür etme” diyerek hortluyor. Onlar bu ahlak anlayışlarını yansıtan sözlerini Kâbe duvarına asarak ilan ediyordu, bu gün cahiliye ahlakının tesisi için ekranlar kullanılıyor. Netice, değişen bir şey yok… Hâlbuki İslam, ahlak algısı adına ne çok şey değiştirdi… Hala birileri, suç işleyen kendi partisinden, kendi akrabalarından, kendi ırkından, kendi camiasından birisi olunca, başkalarına karşı aynı mevzuda ahlak bekçiliği yaptıkları halde ahlaksızlaşır, zulmü mubah göstermeye çalışırlar. Oysa Efendimiz (s.a.v) zalim de olsa kendi grubuna yardım etme düşüncesini büyük bir ahlak devrimi yaparak değiştirmiş, “zalime yapılacak yardım, onun iki elini tutmaktır (zulmüne engel olmak)” diyerek , ahlakın omurgasını oluşturan çok önemli bir gerçeğe işaret etmiştir: “İlkesiz ahlak, ahlak değildir” ya da “Teamülde/muaşerette ilkesiz olmak, ahlaksız olmak demektir…” Liderlerden birinin atının ayakları diğerininkinden öne geçti diye yıllarca savaşan ve bunu ahlak sanan bir toplum için, bu ne büyük bir inkılaptır. Ve aramızda bir afet olsa topyekun yardımlarına koşan “ötekiler”den kimileri lokal bazı hatalar yaptı diye içindeki kin ve öfkeyi çocuklarına miras bırakan, silaha sarılıp o bozuk ahlak anlayışına sahip cahiliye toplumunun bile hiçbir savaşında görmediğimiz kadar, tam 6 bin küsur insanın kanına elini bulayanların yaşadığı bir coğrafya için, hala ne büyük bir devrimdir.

​Ahlakın bu kapsamlı etki alanını görünce, İbn Kayyım’a hak vermemek mümkün mü? O şöyle diyordu: “İman ahlaktır. Kim ahlakta artarsa, imanda artmıştır.” Ahlakı olmayanın imanı nasıl olur? Ya da şöyle soralım: İnsan olmayan nasıl Müslüman olur? İmanı olmayanın ahlakı neyle zimmetlenebilir? Elbette hiçbir şeyle. Ahlakın teminatı, her şeyi bilen ve her şeyden hesaba çeken bir otoriteyi kabul etmektir. İnsan sadece bu öncül sayesinde ticarette aldatmadan, siyasette politikadan, eğitimde öğütümden, evlilikte lakaytlıktan, dostlukta vefasızlıktan, toplumda bohemce yaşamaktan kurtulabilir. Çünkü alışverişin de, yönetimin de, öğretimin de, aile kurmanın da, arkadaşlığın da ve nihayet düz bir insan olmanın da “ahlaksız”ı vardır. İşte tam da bunun için hayatın tüm bu sahalarına düzenlemeler getiren İslam’ın temeli ahlaktır. Zor bir durumda, bir kral önünde davasını kendine tanınan zaman zarfında en temel noktalarıyla tanımlama durumunda kalan Hz. Cafer’in, bir sahabe gözüyle İslam’ın tarifini yapışı ne kadar da manidardır: “O Peygamber bizi, Allah’ın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibadete, bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanete hıyanet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi nehyetti. Allah’a eş koşmaksızın ibadet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabul ettik ve Ona iman ettik.”

​Terörizmden küresel ısınmaya, oradan da yoksulluğa kadar her taşın altından “ahlak bunalımı” çıkmaktadır. Neden yıllardır bir bunalımdan söz edip duruyoruz? Çünkü ahlakın ta kendisi demeye gelen “değer yargılarını” koyacak sabit bir mercii toplum olarak kabul etmiyoruz. Bunun sonucu olarak da insanları ahlakî değerlere duyarsız kaldıkları için uyaramıyoruz; çünkü herkesin ahlakî değerlerin nasıl şekillenmesi gerektiğine dair söyleyecek kendine göre bir şeyleri var. O halde önce değerlerin tesbit edilmesi için objektif bir makama hak tanımak gerekiyor. Pek tabii herkesin ahlak anlayışına kuş bakışı bakıp tarafsız kalabilecek bu makam ne yargıçlar, ne yasa koyucular olabilir. Zaman ve mekân üstü mutlak bir otoritenin iyi ve kötü sınıflandırmasını kabul etmek demek, Allah’ın dinamiklerini fıtrata, tafsilatını da Kitab’a yerleştirdiği esaslarına teslim olmak demektir. Evet, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi vahyin ortaya koyduğu ahlak ilkelerinden mahrum olan cahiliye insanının bile Efendimiz’in ahlakını takdir ve tebcil etmeleri, fıtratın ahlaklı bir hayat için ilk işaret levhası anlamına geldiğini gösterir. Ama yetmez, zira aynı insanlar, ahlaklı bir gelecek için yiğitlik namına çocuklarını toprağa gömmekten geri kalmıyorlardı. Demek ki ahlaksız bilgiden, ahlaksız devlete kadar her türlü sorundan kurtulmak için fıtratın özet olarak söylediklerini beyan eden İslam’ın öngörülerine göre yeni baştan bir değerler sistemi inşa etmemiz gerekiyor.

​Bunu yaparken ailelerin, okulların, iktidarın ve muhalefetin, medyanın ve muhtarın, valinin ve mahalle manavının aktif olarak sürece katkıda bulunmaları şart. Hiç kimse seyirci kalma hakkına sahip değil. Kanaat önderlerinin, vaizlerin ve ilahiyatçıların artık sadece şeairî ibadetler (ritüeller) dediğimiz namaz ve oruçtan bahsetmek yerine, teamülî ibadetlerden de (ahlak) bahsetmeleri hava gibi, su gibi bir ihtiyaç. Ahlak bunalımını zemmetmenin zamanı çoktan geçmiştir, şimdi el ele verip dinamik ahlakı ikame etmenin tam vaktidir…

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir