Müslüman, kalbinin sadece bir dakikalık ritimlerinde tüm dünyayı dolaşabilen insandır.

Müslüman, kalbinin sadece bir dakikalık ritimlerinde tüm dünyayı dolaşabilen insandır. O duyarlıdır, hassastır, yaşadığı dünyanın tüm yükünü omuzlarına almıştır, uyurken dahi çıkarıp kenara koymadığı bin bir türlü çilesi, projesi, gaye-i hayali vardır. İnsanlık hesabına telâş yüklenmiş, sinesine ateşi davet etmiş ama beri taraftan yüreği, dağıtılsa yer halkına yetecek bir umuda ev sahipliği yapmış kimsedir. Hangi asra giderseniz gidin, ilmi ve ameliyle temayüz etmiş salih kulların ya yazılarında, ya konuşmalarında yahut “Sırtımda taşınmaz yükü göklerin; herkes koşar, zıplar, ben yürüyemem! İsterseniz hayat aşını verin; sayılı nimetler bal olsa yemem!” diyen Üstad Necip Fazıl gibi mısralarında, kendilerini zamanın biricik mesulü saydıklarını, insanlık ebedî saadet yolundan çoğu zaman teğet geçer, ısrarla vahyin ellerinden kurtulup bir çukura yuvarlanıp giderken hepsinin bugünü ve geleceğini kuşatan bir düşünce sarmalına sahip olduklarını görürüz.

İman, doğası gereği girdiği kalbi genişletir, öyle ki, tüm dünyayı içine alacak olur. Aynı anda tüm yeryüzü mazlumlarının acısını mıknatıs gibi üzerine çeker, emrindeki başı zonklatacak, gözlere uykuyu haram edecek yoğunlukta sorgulama ve analizler yapar, her gecenin sonunda yeni bir projenin nüveleri filizlenmeye durmuş olarak sabahlar. Yiyip içerken bile bu çizgidedir, daracık bir dehlize girse de hayali bütün dünyayı gezmektedir. Peki, evrenin her yerine kan pompalama telaşıyla iyiden iyiye vüsat kazanan bu kalp, daha ne kadar büyüyebilir dersiniz? Mekândan münezzeh olan yüce Allah’ı alacak kadar…

Yani dünyada olup biteni odasının ortasında vuku bulmuşçasına sahiplenmeyen, nesillerin ateşe doğru akmasına, fesadın hükümran olmasına, zulmün yeri göğü tutmasına duyarsız kalmış demektir. Uzaktan kulak kabartmak, bir mecliste hasbelkader konu gündeme gelirse üzerine iki çift laf etmek, sorumluluğunu haykıran görüntülerle ekran başında karşılaştığında ah vah etmek imanın kazandırdığı hassasiyete kavuşmuş olmak anlamına gelmez. Böyleleri, dışarıdan gazel okur, bol bol eleştirir ve sadece konuşur. Ne yatağına yattığında uyumaktan ar etmenin, ne sofraya kurulduğunda lokmaların boğazına dizilmesinin ne demek olduğunu bilmezler. Bunlar hizmet etse de problemleri sahiplenmedikleri için paket programlardan başka bir proje ortaya koyamaz, devamlı olamazlar. Çünkü sadece her an vazife mülahazasıyla yaşamak, büyük düşünmeyi beraberinde getirir; bu ise devrin ihtiyaçlarını karşılayacak en uygun hizmet açılımlarını yapabilmek için olmazsa olmaz bir ön gerilimdir.

Müslüman, cismen zayıf ve küçük de olsa, manevî kimliği ile yeryüzünü Allah’tan teslim alan bir emanetçi konumundadır. İşte önce kendi varlığının ve bu aslî statüsünün farkına varan toplumun ıslahından sorumlu kimse, hayatın da farkına varmalı ve şuurlu bir yaşam sürmelidir.

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 30) beyan-ı ilahisi ile başlayan yeryüzü serüveninde, insan için en muazzam nimetlerden biri de, şüphesiz niyetine verilen önem olmuştur. Zira bizler biliyoruz ki, niyetlerimiz Allah indinde amel niteliğindedir. İhlâslı, kaliteli ve müstesna niyetler, çok kere hatalarla malul amellerden daha faziletlidir.

Yeryüzünün kendisine teslim edildiği ve ıslahçı kimliğiyle ağır mesuliyetleri yüklenen ve fakat dünyada alenen sürdürülen zulümlere dahi müdahale etme güç ve kudretini kendinde bulamayan Müslüman, bu toplumlar için de amel defterinde bir bölüm açmalı ve hiç olmazsa durumunu Rabbine arz ederek, ıslah faaliyetini dualarıyla icra etmeye çalışmalıdır. Ama artık bu kadar kolay kurtulamayız. Çünkü yaşanan menfi ve üzücü gelişmeler neticesinde yüce Allah ümmete öyle bir kapasite bağışladı ki, vasıflı vasıfsız herkesin bulunduğu yerde yapabileceği bir şeyler mutlaka var.

Aslında toplumun ıslahından ilk sırada sorumlu tutulan iki sınıf insan vardır: Alimler ve amirler. Ancak bunların başlattıkları seferberlikte, vücudun ıslahını sağlayan bir kalp taşıyan herkes saf tutmak zorundadır. Mesuliyet varsa, yapılacak vazife de var demektir. Şayet gerçekten bir sorumluluk hissiyle yaşıyorsanız, mutlaka idealleriniz doğrultusunda çeşitli vazifeler üstlenmiş olmalısınız. Öyle ki elbisesiz gezemediğiniz gibi, vazifesiz de gezemez hale gelememişseniz, dininizin yeryüzünü adres göstermesi ve sizi sorumlu kılması indinizde sadece bir kültür demektir ve inanca dönüşememiştir. “Peki, yüklenilecek bu vazifenin niceliği nedir” diyecek olursanız biz de deriz ki; toplumun ıslah ve ihyası söz konusu olduğunda, görev insanını bekleyen iki boyut bulunur: Düşünmek ve icraata koymak.

Bizim, bırakmamız karşılığında dünyaları verseler dönüp bakmayacağımız kıymette bir işimiz var. İşin ehemmiyeti, işverenin kıymetinden…Emreden O (c.c) olduğu sürece vazifenin küçüğü büyüğü kalır mı? Dahası, sizi bu çağa kudret eliyle yerleştiren Rabbimiz, abesle iştigal eder mi? Size bu topraklarda can veren Hâlikınız’ın hikmetsiz bir iş yaptığı vaki midir? Yazın mandalina, kışın çilek var etmeyen Allah, her meyveyi bile ancak ihtiyaç duyulduğu zaman aralığında vücuda getiriyorsa, sizin tutup kaldıracağınız şerefli bir vazife olmadığı halde mevcut hadiselerin cereyan ettiği bu asrın yeryüzünde araya karışmanız ihtimali -hâşâ- olabilir mi? Hayır, bin kere hayır. O halde gücünüz neye yetiyorsa kolları sıvayıp hemen hizmete başlayınız. Mahallenize hitap eden ıslah çalışmaları yapınız, ama gözünüzü dünyanın üzerinden ayırmayınız. Aşevi hizmeti veriniz, ama başka cephelerden taarruz yaşanmasın diye her köşe başına bir bekçi dikiniz. Odanızın kapısını sırlayıp klavyenizin başına geçiniz, ama âlemden düşünce ufkunuza çıkan koridorların kapılarını ardına kadar açık bırakınız.

Sonra öyle bir hale gelirsiniz ki, çalışma odanızda duramaz olursunuz, kütüphanelere, amfilere, hatta bulunduğunuz şehre sığamazsınız. Oturup ilmî bir zevk ile eser mütalaa etmek, ince mevzular üzerinde meşk etmek bencillik gibi gelir. Harekete dönüşmek isteyen enerjinizin gözlerine, bir süre sonra ülke sınırları da dar görünür. Çünkü bir gözü dünyanın batısında, bir eli doğusundadır. Birine çöp batmış, diğeri çolak bırakılmıştır. Artık bir hizmet projesi üreteceği zaman mahallesini, beldesini, ülkesini düşündüğü kadar sınır ötesinde kalan gözünü, elini de düşünür.

Yaşadığımız ülke insanının yaşam koşulları, ahlâkî dokuları ve geçirdikleri inkılâp ve devrimler göz önüne alındığında, uzun soluklu hizmetlere ne kadar ihtiyaç duyulduğu hakikati gün yüzüne çıkmaktadır. Lütfen artık penceremiz yalnız bahçemize, caddemize açılmasın. Hayata bir de her şeyle tanışıkmışsınız, her varlıkla aranızda eski bir hukuk varmış gibi bakmayı tecrübe edin. O zaman göreceksiniz ki, “başkasının ve benim derdim” diye bir ayrım yapmaya diliniz varmayacak. Ancak bu derinliği elde etmek için, evvela hizmetin tekâmül getiren aksiyonu içine girmeli, teoride kalan bilginin sığlığından terfi etmeliyiz. Bu da tam bir merhamet kahramanı olmayı mecbur kılıyor, âlemlere rahmet olanın temsilcisi olmak, âlemlerle münasebet kurmayı gerektiriyor. Zaten tam da bunun için O (s.a.v), Size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.(Tevbe, 128) takdirine medar olmuş engin bir merhamete ve kucaklayıcı bakışa sahip kılınmamış mıydı?

Şimdi söyler misiniz, iyinin hâkimiyeti için ortaya çıkan bu sınır tanımaz cehd-ü gayretten daha insanî, daha ulvî bir hissi, düşünce ve projesi var mıdır insanın? Artık suflî duygularla, bayağı tartışma ve nizalarla kaybedecek zamanımız yoktur. Tüm dünyaya elimiz ulaşsa, “acaba ayda da hakikatlerle tanışmamış susuzlar var mıdır” diyeceğimiz için, bu yolun sonunu hep ufuk çizgisiyle iç içe geçmiş olarak göreceğiz. Yani gün gelecek değil ülkemiz, içinde şakaklarımızı zorladığımız odamıza, dünya dar gelecek. Hedef arayanlara işte açık hedef, tüm dünya sizden bir hareket bekliyor, haydi el verin, ona da gücünüz yetmiyorsa gönül verin…

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir