Sure Medine döneminde nazil olmuştur ve üç ayetten oluşur. Ekseriyetle “iza cae” suresi diye halk dilinde iştihar bulmuştur. Nasr, Allah’ın yardımı manasına gelir ve surede açıkça zikredilen bir mastar olması dolayısıyla sureye isim olmuştur. Ancak surede geçmediği halde, mana bakımından zımnen Efendimiz’in mübarek ömürlerinin sonuna gelindiğini ima etmesi dolayısıyla tevdî’ yani vedalaşma suresi de denilmiştir.

Buhari’de geçen bir Hz. Aişe (ra) rivayetini buraya ekleyelim ve surenin hayat-ı şahanelerinin ahirinde olduğu imasını Sevgili Rasulümüz’ün peygamber firasetiyle nasıl okuduklarına bakalım: Nasr suresi nazil olduktan sonra Peygamber (sav) her kıldığı namazda “Subhaneke rabbene ve bihamdik allahummağfirlî” yani “Ey Rabbimiz! Seni hamdinle tesbih ederim. Allah’ım beni bağışla.” derdi. Rükûunda, secdelerinde bu duayı çok söyler olmuştu.”[1]

İbn Abbas (ra) şöyle anlatır: Hz. Ömer beni meclisine Bedir ihtiyarlarıyla beraber alırdı. Buna bazısı içerlemiş gibi, “Bunu niçin bizimle alıyorsun, bizim onun kadar oğullarımız var.” demiş. Yine bir gün beni çağırdı, onlarla beraber aldı. Sonra anladım ki o gün beni onlara göstermek için çağırmış. “Allah’ın yardımı ve fethi geldiği zaman” ilahî sözü hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Bazıları, “Bize Nusret ve fetih ihsan edildiğinde Allah’a hamd ve istiğfar etmemiz emrolundu.” dediler. Bazıları da sustu, bir şey söylemedi. Bana dönüp, “Sen de mi böyle söylüyorsun ey İbn Abbas?” dedi. Ben, “Hayır” dedim. “Ya ne diyorsun?” dedi. “O, Rasulullah’ın ecelidir. Onu bildirdi, Allah’ın nusreti ve fethi senin ecelinin alametidir, artık Rabbini hamd ile tesbih et ve mağfiret dile, muhakkak O, tevbeleri kabul edicidir.” buyuruyor.” dedim. Ömer, “Benim bildiğim de ancak senin söylediğin gibidir.” dedi.[2]

Âlûsî der ki: İbn Abbas’tan ve daha başkalarından gelen birçok rivayetlerde, bu sure nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (sav)’in “Bana vefatım haber verildi.” buyurduğu varid olmuştur.[3] Hatta Beyhakî’nin rivayetinde sure nazil olunca Efendimiz Hz. Fatıma’yı yanına çağırıp vefatının yaklaştığını haber verince Hz. Fatıma ağlamış, sonra da gülmüştür. Bu durumun sebebi kendisine sorulduğunda, “Vefatını haber verdi ağladım, sonra da bana ehlimden ilk gelecek olan sensin dedi, güldüm.” cevabını vermiştir.

Surenin Medenî olduğu kesin olduğu halde, Mekke’de Veda Haccı için bulunuyorken teşrik günlerinde indiği de söylenmektedir. Bu bilgi bizim Medenî dememizle çelişmez, zira bizim kastımız hangi coğrafî bölgede indiğini değil, hicretten sonra indiğini ifade etmektir. Bununla beraber pek çok müfessir Mekke fethinden önce nazil olduğunda hemfikirdir. Hayber Gazası dönüşünde nazil olduğunu söyleyenlere göre vefatlarına henüz iki yıldan fazla bir zaman kalmışken indirilmiştir. “Bütün Kur’an’dan en son nazil olan sure Nasr Suresi’dir.” şeklinde İbn Abbas (ra)’dan gelen bir nakli de buraya ekleyelim.[4]

Kevser suresinde ifade edilen uhrevî bereket kaynağı kevserin dünyadaki tezahürleri kabilinden yardım ve fetih bu surede yineleniyor, kâfirlere “benim dinim bana” diye meydan okuyan dinin dünyadaki zaferi, nasıl galip geleceği müjdeleniyor ve surenin diziliş sırasına göre peş peşe geldiği surelerle ilintisi gözler önüne seriliyor.

Bu girizgâhtan sonra ayetlerin meal ve şerhlerini paylaşalım:

  1. Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde,
  2. Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde,
  3. Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir.

Müfessirlere göre “Allah’ın yardımı”ndan maksat, Mekke putperestlerine veya bütün düşmanlarına karşı Allah’ın Hz. Peygamber’e yardım etmesi ve onu zafere kavuşturmasıdır; mecazen “dinin kemale ermesi, son şeklini alması” anlamında da yorumlanmıştır. “Fetih”ten maksat ise başta Râzî’nin “fetihlerin fethi” dediği Mekke’nin fethi olmak üzere Hz. Peygamber’e nasip olan bütün fetihlerdir. Fetih mecaz olarak “Hz. Peygamber’e verilen ilimler, dünya nimetleri, cennet” olarak da yorumlanmıştır.[5]

Zemahşerî, Allah’ın yardımı anlamına gelen nasr ile fetih arasında ne fark var ki ayrı ayrı zikredilmişler, sualine şöyle yanıt vermektedir: Nasr, düşman üzerine üstün kılmaktır. Fetih de memleketlerin fethidir. Mana Rasulullah’ın Araplara ve Kureyş’e zaferi ve Mekke’nin fethidir.”[6] Demek ki Nusret sebep, fetih sonuçtur. Yani Allah’ın yardımıyla istenen sonuç hâsıl olmuş olur.

Bir başka açıdan konuya yaklaşırsak nusret dinin kemali, fetih dünyaya ait nimetlerdir. Vakıa tam bunun tersi de mümkündür Nusret dünyada istediğine ulaşmak, fetih de “açılıp fetholan cennet kapılarına” atıfla cennete vasıl olmadır.[7]

Elbette tüm bu yorumlar bir yana, kuşku götürmeyen ve aşikâre önümüzde duran hakikat, mezkûr fethin Mekke’nin fethi olduğudur. Zira bu süreci başlatan ve bu fethin ön hazırlığı sayılan Hudeybiye Anlaşması’na da Feth-i Mübin denilmişti. Aslında Mekke fethinin önemi yalnız İslam’ın doğum yerinin İslam olmasıyla açıklanamaz. Mekke fethedilince tüm diğer Arap kavimler savaşsız bir şekilde hızla İslamiyet’i seçmişlerdir. İşte asıl bu fethi büyük ve eşsiz kılan da budur. Söz buraya kadar gelmişken şunu söylemek hiç de zor olmayacaktır: Asıl fetih gönüllerin fethidir. Memleketlerin fethi sadece bir araçtır, asıl maksat kalplerin İslam’a açılmasıdır.

Şimdi biraz tarihî arka plana ve bu fethin nasıl gerçekleştiğiyle ilgili rivayetlere bakalım. Mekke’nin fethi hicretin sekizinci senesinde Ramazan ayında vuku buldu. Müminler on bin kişilik bir muntazam bir ordu kurdular. Peygamberimiz (sav) Mekke’de on beş gün kaldılar. İlk girdiği zaman Kâbe’nin kapısında durup, “Allah’tan başka ilah yoktur. Kuluna (Hz. Muhammed’e) yardım etti. Müşrik toplulukları yalnız başına yenilgiye uğrattı.” buyurmuştur.

Sonra halka hitaben, “Ey Mekkeliler! Şimdi size ne yapacağım dersiniz?” buyurdu. Onlar da, “Hayır yapacaksın. Kerim bir kardeş ve kerim bir kardeş oğlusun.” dediler. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sav) kendisine onca eziyeti reva gören kimselere o tarihi sözü söyledi: “Haydi gidiniz, sizler serbestsiniz.”

Allah Teâlâ, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Rasulullah da onları affetmiş ve yukarıdaki beyanıyla serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “tulekâ, yâni âzâd edilenler adı verildi.[8]

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük arzusu, hiçbir fert hariçte kalmamak şartıyla bütün insanların müslüman olmalarıydı. Mekke’nin fethinden sonra güç ve kuvvetin zirvesinde olduğu bir anda, vaktiyle kendisine her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören insanlardan intikam alabilecek durumda olmasına rağmen bunu yapmayıp umumî af ilan etmesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının harikulade bir tezahürüdür.

Yıllardır alay, hakaret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şahit olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla tarifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellisi yaşıyordu.

O zamana kadar İslam’a girenler genellikle birer ikişer giriyorlardı. Fetih gerçekleşince her kavim, İslam ile Rasulullah’a koştu. Bütün kabileler İslam’a girmek için Mekke’nin fethini bekliyorlar ve “O’nu kavmiyle bırakın, eğer onlara üstün gelirse O peygamberdir.” diyorlardı.

Allah Teâla, nimetlere muhatap olan kimse için “Rabbini hamd ile tesbih et.” buyurmuş, bu hitabını Hz. Peygamber’in şahsında elbette tüm müminlere tevcih etmiştir. Allah Teâla kendilerine bir nimet ve yardım lütfettiğinde O’na hamd ve şükretmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Müminler Mekke döneminde fakir ve güçsüzdü, müşriklerin kendilerine yaptıkları zulme karşılık verecek durumda değillerdi. İnsanlığı kurtuluşa çağıran Hz. Peygamber, çağrısına olumlu cevap alamadığı için üzülüyor, hatta kendi kavmi tarafından din konularında yalan söylemekle suçlanıyordu.[9]

Fakat Medine döneminde müminler güçlenerek kendilerine haksızlık eden inkârcılara karşı savaşacak duruma geldiler ve fetihler başladı. Bu durum Araplar’ın İslâm’a girmesinde büyük etken oldu. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra Arap kabileleri savaşmaksızın İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmiş ve akın akın İslâm’a girmişlerdir. İkinci ayet bunu ifade etmektedir. Üçüncü ayette ise daha önce müşrikler tarafından “sihirbaz, şair, kâhin, mecnûn” gibi yakışıksız sıfatlarla nitelenerek her türlü hakarete maruz bırakılan Hz. Peygamber’e, kendisini bu durumdan kurtaran Allah’a hamd ve şükretmesi emredilmektedir. Mekke’den hicret ederken Sevr mağarasında gizlendiğinde yanında sadece Hz. Ebû Bekir vardı, şimdi ise binlerce sahâbî ile birlikte Mekke’yi fethetmiş, bu arada tarihin en büyük ve en yapıcı inkılâbını gerçekleştirmişti. İşte bu sebeple müminlerden yüce Allah’a hamd etmeleri, kendilerine nasip edilen zafer ve fetih nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri istenmektedir.

Ebu Ömer Abdü’l-Berr demiştir ki: “Rasulullah’ın vefatında Araplar’da kâfir kalmamıştı. Mekke’nin fethini müteakip Huneyn ve Taif kabilelerinden sonra hepsi İslam’a girmişti. Kimi kendi gelmiş, kimi de fevç fevç elçilerini ve temsilcileri heyetlerini göndermişti.” İbn Atıyye demiştir ki: “Burada kâfir kalmadı denmesinden maksat puta tapıcı Arap kalmadı demek olmalıdır. Çünkü Ben-i Tağlib Hristiyanları Rasulullah’ın hayatında henüz İslam’a girmiş olmayıp cizye vermeyi kabul etmişlerdi.”[10]

Hamd ile tesbih etme emrinin, tüm ilahî yardımların, nimetlerin, fetih ve dini tebliğlerin yegâne neticesi ve hedefi olduğu anlaşılıyor. Hamd kısmı nimete mukabil olduğundan daha kolay anlaşılıyor. Peki, tesbih etme emrini nasıl anlamalıyız?

O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.[11] Tesbih kavramı esasen balığın suda, kuşun ve atın havada, yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek ve yüzmek manasına gelen “sibahat”tan tef’il babında mastar olduğu için çok yüzdürmek manasıyla paralel olarak çok uzaklaştırmak veya parlaklıkta, temizlikte çok illeri götürmek anlamında tenzih ile meşhurdur.

El- Müfredat yazarı Rağıb der ki: Tesbih, Allah’ın tenzihtir, bunun aslı da Allah’a ibadette süratle gidiştir. Tesbih gerek söz, gerek filil, gerekse niyet bazında ibadetin her türüne ıtlak olunur.

Rivayet edildiğine göre Efendimiz bu emre imtisalen Kâbe’nin kapıları kendisine açılınca sekiz rekât kuşluk namazı kılarak hamd ve tesbihte bulunmuştur. Malumdur ki Efendimiz (sav) bu ayetler inmeden önce de hamd ve tesbihle memurdu ve bunu yerine getirirdi. Demek ki bu yeni emri, yaptıklarını daha ziyadeleştirmesi ve yeni nimetlere muhatap olacağı gibi yeni bağlamlarda okumalıyız.

“O’ndan af dile; şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir.”

Surenin bu bölümüne geldiğimizde akıllara direkt tevbenin günahla ilişkisi ve Efendimiz (sav)’in günahtan beri oluşu gelir. Hz. Peygamber’in günahtan korunduğu bilinmektedir (ismet). Buna rağmen O’na Allah’tan af dilemesi emredildiğine göre, bunun mânası ya ümmeti için, onların adına af dilemesi veya –günahtan uzak dursa bile– Allah’tan af dilemek kullukta kemalin gereği olduğu için “Allah’ın lutuf ve inâyetine her zaman muhtaç olduğunu dile getirmesi, her şeye rağmen ibadetlerini mükemmel görmeyip bu sebeple O’ndan af dilemesi”dir. Bu sûre indikten sonra Hz. Peygamber’in, “Allah’ım! Sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Beni bağışla, çünkü sen tövbeleri kabul edensin!” anlamındaki duayı sık sık tekrarladığı rivayet edilmektedir.[12]

Alûsî der ki: Kul her ne kadar çok çalışsa da, Mabud’un celaline layık olanı gereği gibi yerine getirmede kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlerden sonra istiğfar meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru kılınmıştır. Abdestin sonunda be her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Nitekim Efendimiz (sav) herhangi bir toplantıdan kalkarken, “Allah’ım! Seni hamdinle tesbih ederim, senden bağışlanma diler sana tevbe ederim.” buyururlardı.[13]

Gördük ki Nasr suresinin genel atmosferi, İslam’ın tüm emir ve nehiyleriyle kemal bulduğu, risalet davasının cihanşümul bir yolda hızla ilerlediği, zafer ve zafer ahlakının konu edinildiği bir zemindir. Elinde cezalandırma imkânı olduğu halde affı seçmek, zaferi kendinden bilmemek, fail-i mutlak olan Allah’ı her işin ardında görebilmek gibi benzersiz erdemler bu surede muhatabıyla buluşur.

Nihayet tevdî’ manasına geldiğini en başta arz ettiğimiz bu surenin, basiret ve firasetli müminler olan ashabın güzide fertlerinde nasıl etkiler hasıl ettiğini gözler önüne seren şu rivayetle konuyu noktalıyoruz:

Bu sure indiği zaman Rasulullah (sav) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: “Bir kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o Allah’a kavuşmayı seçti.” Bunun ne demek olduğunu Hz. Ebu Bekir (ra) anlamıştı da, “Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım.” demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Rasulullah bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat Hz. Abbas (ra) ağlamıştı. Rasulullah (sav), “Neye ağlıyorsun amca?” buyurdu. “Sana vefatın haber veriliyor.” dedi, “Evet dediğin gibi” buyurdu.[14]

             

[1] Buhari, Tefsir-i Sureti Nasr, 110/1,2.
[2] Buhari, Tefsir-i Sureti Nasr 110/3.
[3] Âlûsî, XXX, 326.
[4] Suyutî, VIII, 662.
[5] Râzî, XXXII, 153-155; Şevkânî, V, 602-603.
[6] Zemahşerî, Keşşaf, XXXII, 151.
[7] Geniş açıklama için bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili c. 10, s. 26.
[8]  Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.
[9] Bkz. Hûd 12; En‘âm 33-35.
[10] Elmalılı, a.g.e. c. 10, s. 29.
[11] İsra, 44.
[12] İbn Kesîr, VIII, 532-533; ayrıca bkz. Fetih, 1-3.
[13] Müslim, Salat 218, 220.
[14] Buhari, Tefsiru Sureti Nasr, 110/3.

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir