Yazılar, sözler, kitabeler, mükâlemeler… Seminerler, sohbetler, konferanslar… Vaazlar ve dahi haşmetli nutuklar… Hep konuştuk, hep yazdık. Nasihat ettik, bazen ses tonumuzu, bazen de yazımızın voltajını yükselttik. Gâh en yüksek perdeden uçtuk, gâh kendi kendimize mırıldandık. Ama neticede çok konuştuk. Peki elimize ne geçti? Bu samimi değerlendirmenin gerekliliğini anlayabilmek için, evvela asgari hassasiyetleri olan Müslüman bir erkeği ele alalım. 15 yaşından itibaren düzenli olarak Cuma namazlarına gidiyorsa, 60 yaşına geldiğinde tam 2340 Cuma namazına gitmiş olması icab eder. Bu da 2340 hutbe demektir. Bu ne muazzam bir eğitim serencamıdır, Müslümanınki ne bitmez bir eğitim maratonudur. Kabul ediyoruz, işin bu boyutu göz kamaştırıcıdır, ancak bakışlarınızı oraya çevirmek niyetinde değiliz; iyi de, bu kadar hutbe, bu kadar konuşma, bu kadar nasihat ve nihayet bu kadar hakikatin izi nerededir? Buharlaşıp havaya uçmadı, su olup denize karışmadıysa, bunca konuşmanın her biri cılız bir gölge hükmünde olsa, bu cılız gölgelerin toplamından hayatlara dev bir aksin düşmesi gerekmez miydi? Bir insanın hayatına her hutbeden yalnız bir hakikat girse 2340 tohum dikilmiş olur, bir apartmanda haftalık hutbe dinleyen 20 erkek bulunsa, toplamda 46 bin sekiz yüz hakikat ağacı toprakla buluşmuş olurdu. Peki, bunca yeşillik karşısında rahmet cûşa gelmez, bulutlar ağaçlara meftun olmuşçasına o apartmanın üstüne akın etmez miydi? Pek tabii ederdi, hem akın eder, hem de sakinlerini garik-i rahmet ederdi. Ama olmadı, olmuyor, olmayacak da. Çünkü sorun çok konuşmamızda değil, “sadece konuşmamızda.”

Hâlbuki sözler, hutbeler, gönülde maya tutup oluşan, orada başlayıp orada nihayete eren bir “anlam süreci”nin sadece gölgeleri hükmündedir. Manası olmayan, derinliğini gönülden almayan sözün, elbette gölgesi düşmez. Nasihatinin hükmü olmasını isteyen nasih, yazısının gölgesi düşsün isteyen katib, evvela mana denizine olta atıp beklemeyi, ağını kurup sabah ayazında sabırla üşümeyi öğrenmelidir. Aksi halde gönle düşecek cemreleri değil, ucu boş oltaları kürsüden sallar, muhataplar keselerini açsa, oltası da o keselerin içine girip girip çıksa dahi netice hüsran olacaktır. Ancak asıl mevzumuz, konuşmacının ayarlarını güncellemek değil, en genel anlamda konuşmaların niçin akim kaldığını tahlil etmektir. Bunun için “sadece konuşma” problem tesbitinin, konuşmacının dil şivesini olduğu gibi, konuşmasının muhtevasını da ilgili hakikatin şivesine uygun kıvama getirmesi gerektiği boyutuna sadece işaret etmekle iktifa ediyoruz. Gelelim “sadece konuşma” meselenin, hareketin derinliğinden uzaklaşma, sözün sathiliği içinde kıvranma, kavl’in giysisini hal’e de giydirememe kısmına, yani asıl aydınlatmak istediğimiz köhne tarafına…

Sahi, güzel konuşma dersleri, hitabet incelikleri dersleri, diksiyon dersleri, şiveyi tashih dersleri verilir. Üstelik bunlar hem teorik, hem pratik olarak önemsenir. Ancak şimdiye kadar hiç “hal aksanını düzeltme” dersi verildiğini işitmedik. Ne müthiş bir yanılgı, ne hayatî bir ihmal ve ne muazzam bir falso… Öyle ki, yıllar yılı sohbetine devam ettiği, hangi kelimeleri kullandığını neredeyse ezberlemiş bir dinleyici, hocasının hal aksanını yolda görse tanımayacak kadar yabancıdır. Bu sorunu da kendi içinde iki kısımda mülahaza edebiliriz: Dinleyenlerini “hali”yle hiç tanıştırmayanlar ve “halleri” itibariyle sanki hiç o konuşmacıyı dinlememiş gibi davrananlar… İlk boyutu tasrih sadedinde fazla bir şey söylemeye hacet yok. Diyebiliriz ki bazen vaazları yarıda kesip, hocanın mecliste en çok susan kimse olması, konuşma sırasında kelimelere eşlik eden, onları ellerinden tutup ayağa diken halini, tam sahne ışıklarının altına koymak için “hamûş” yani “suskun” olmayı tercih etmesi, “hep ve sadece” konuşan vaizler için bedihî bir ihtiyaçtır. Fakat ikinci tali unvan olan, “sadece dinleyenin” üzerine halden hiçbir şey bulaştırmamış olması ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Sadece dinlemeye odaklandığı için, sohbet ortamında mecburen üzerine sinecek olan ıtriyatın eseri haline sirayet etmesin diye, üzerine formasını giymeden hiçbir sohbet meclisine gitmeyen, evine gelir gelmez de ilk iş, üzerine hal kokusu sinmiş önlüğünü çıkarıp bir kenara koyan dinleyiciler sayesinde, hutbeler de, sempozyumlar da, vaazlar da, “halsiz”likten ayakta duramaz hale gelmiştir.

Elinde sihirli bir değnek taşımayan konuşmacı, değil 2340 hutbe, on bin hutbe de verse bu “halsiz”lik hastalığına bir “hal çaresi” bulabilir mi dersiniz? Hayır efendim, bulamaz. Zira bilgi kulak hortumundan aşağı akıp zihne girerken, yani bilginin visali için kulak mekanizması yeterliyken, hal transferi için konuşmacının kalbinden muhatabın kalbine uzanan bir ara kablo icad edilmediği gibi, olsaydı da iş göremezdi. Hal, heyecan ve muhabbet gibi ihsasa taalluk eden, menşei kalp olan cevherler kuyumcudan alınmaz. Yani dünyanın en kıymetli mücevherlerini satan bir konuşmacıya da gitseniz, kuyumcu da size meccanen bu değerli taşları hibe etmek istese, yine de sizin kalbiniz için onun kalbindeki mücevherler bir şey ifade etmezler. Heyecandan yerinde duramayan, muhabbetten göz pınarlarını hiç kuru tutamayan bir vaizin karşısında ona “ölü gibi” bakan, konuşma boyunca ne zaman göz göze gelseler, bön ve boş bakışlarla konuşmacıyı süzen bir dinleyici karşısında yapılabilecek fazla bir şey var mıdır? Bunun tek yolu, kalpleri kabzasında bulunduran yüce Allah’ın kendi kudret eliyle oraya hali ve vecdi yerleştirmesidir. Tam da bu yüzden, nice ilim ve hal ehlinin kendi ehl-i ıyali bu halden nasipsiz kalmışlardır. Bunun için söz konusu Allah’ın dinine hizmet etmekse, kulak hortumundan zihin deposuna konuyla ilgili bilgiler aktardığımız insanlardan ziyade, kalplerinde bizimki gibi bir kıvılcım tutuşturulmuş kimseleri tercih ederiz.

Hizmet arkadaşımız mevkidaşımız, ilimdaşımız, yuttaşımız, kardeşimiz olmasa da olur, ama “hâldaş”ımız olmazsa olmaz. Çünkü sizin gözlerinizde çakmaklar yakan bir hadiseyi, beriki manzara niyetine seyre koyulur. Siz yüreğinizin ne kadar ağrıdığından söz edersiniz, o size kalp ilacı tavsiye eder. Siz beraber ağlayabileceğinizi sanırsınız, onun tek derdi sizin gözyaşlarınızı silmektir. Siz birlikte dertlenecek sineler ararsınız, o derdinizi, yani en kıymetlinizi söndürme telaşındadır. Tüm bunları yaparken şüphesiz niyeti iyidir, ama ne çare halden anlamıyordur. Dahası, siz onu da sizinle birlikte sanarak “işte el, işte omuz, haydi bismillah kaldıralım” deyip kendinizi dağ misali yüklerin altına sürersiniz, siz yükün altında tek başınıza kalıp pestil olduğunuzda dışarıdan bir ses işitirsiniz; “İşin sonunda ne kadar ücret alacağım, daha bunu konuşmadık ama” diyordur. Hakkıdır, diyebilir. Haklarıdır, isteyebilirler, hesap yapabilirler. Fakat bunlarla yolculuğa çıkılmaz, hataen iplerinin ucuna hizmet kovasını bağlayıp “su getir” diyebilirsiniz belki, ancak sakın o kovanın içinde su almak için kendiniz de kuyuya kadar inmeyin. Zira canı bir şeye sıkılırsa, sizi bırakıp gitmemesi için hiçbir sebep yoktur. Bunlar, iyi gün yardımcıları, ak gün akçeleridir. İşe yararlar, ama devrim yapamazlar. Olmalıdırlar, ihtiyaç karşılarlar. Ama adanamazlar. Arka safları doldururlar, ama düşmanla yüz yüze gelecek öncü kuvvet olamazlar. Zaten ayağa kalkmış bir hizmet sathına ünsiyet kesbederlerse, hem kendileri oranın nimetlerinden yararlanır, hem de başkaları onlardan güçleri ölçüsünde istifade eder. Ancak isterse yıllanıp köklenmiş bir hizmet alanı olsun, bu tiplerin sayısı halli ve heyecanlı olanlara galebe çalarsa, tufeyliler o ağacın da kökünü kurutabilir. O halde böyle tipleri yeni oluşumlara hiç yaklaştırmamak gerekir. Zira heyecansız, aşksız ve ruhsuz, memur mantığıyla paralel bir fedakârlık anlayışı ve mesai mefhumu, sancılı tekevvünlerin civarında barınamaz. Görünürde hizmet edenin “halsiz”liği, hizmeti halsiz düşürmese de, esasen “halsiz” ve vecdsiz sinelerle bir arpa boyu yol da alınamaz.

Bu sebeple diyoruz ki, başkaları için yaşama erdemi demeye gelen insanlığın kurtuluşu için hareket ortaya koyma, iş üretme mevzuunda bilgili, görgülü, eğitimli insanlara ihtiyaç olduğu kesin. Ne var ki, “bildiğimizi bilen, okuduğumuzu okuyan, dinlediğimizi dinleyen, kültürümüzü seven” değil, “halden anlayan beri gelsin” diyor, marifetin “damdan nasıl düşülür?” konulu bir konuşmada en üstün empatiyi yapmak değil, hayatında bir kere olsun damdan düşmek olduğunu ilan ediyoruz.

Yorum yok

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir